#direnAŞK by ALİ BOLAT | ÖN OKUMA PARTİSİ


Herkese bir aradan sonra tekrar merhabalar :)

Sevgili bilgisayarım bozulduğu için ne yazık ki blogumla pek fazla -hatta neredeyse hiç- ilgilenemiyorum ne kadar istesem de. Ve oldukça da yorum birikti ama umuyorum kısa zamanda düzelecek durumu :( Neyse... konumuza dönersek, bugün sizlerle daha önce yaptığımız Ön Okuma Partisi'nin yeni kitaplarla devamı olan etkinliğimizi paylaşacağım. Bu etkinlikteki ilk kitabımız Yabancı Yayınları'ndan çıkan -yanılmıyorsam dün Penguen Kitapevi, bugün ise tüm D&R'larda- #direnAşk kitabı olacak :) Ben ön okumada üçüncü durağınızım, yani bu ön okumayı okumadan önce daha önce paylaşılmış diğer iki ön okumaya göz atmanız gerekiyor. Merak etmeyin, takvimimiz yardımıyla ön okumalara kolayca ulaşacaksınız! ;)


Parti Takvimi

05-09 Şubat 2014

5. Gün: Yorum Durağım


Ve şimdi de sıra geldi ön okumamıza! Herkese keyifli okumalar ve en sonda bulunan rafflecopter yardımıyla çekilişe katılmayı unutmayınız:

*****

Soğuk, ıslak sokaklardan geçerken etrafımdaki yüksek binalardan giderek daha çok bunaldığımı, gökyüzüne yükselen her katta yerin biraz daha dibine gömüldüğümü; çok uzak diyarlardaki taş evleri, meyve bahçelerini, sessizce bastıran sis bulutlarını, kar ıslaklığını, çam ağaçlarının genzi yakan o güzel kokusunu, ağustos böceklerinin seslerini özlediğimi hissediyorum. Beton evlerin sıkıştırılmış kalabalıklarında yaşamaya alışamıyorum. Neredeyse yirmi yıldır bu şehirde yaşamama rağmen, bir şeylerin beni buradan uzaklaştırmaya çalıştığını, içimde her geçen an artan yabancılık düşüncesinin zamanla silinmeyeceğini anlıyorum. Geceleri kokusunu aldığım deniz, istediğim gibi bir hayata çağırıyor beni. Ama gitmek istediğim o yerlerin adını bile bilmiyorum. Hiçbir zaman da bilemedim.
           
 Zaten isimler yıllar içinde kayboluyor.

            Sanki zamanla birlikte daralan şehrin sokaklarında hiç hikâye kalmamış insanlara anlatılacak. Pirenin deve yapıldığı, insanların görüntü canavarlarını tanımadığı, görünüşlerin kelimelerin çok çok ardında kaldığı zamanlar yok artık. Hikâyeler devri büyük yazarların ölümüyle kapandı. Bir fısıltı gibi gelen masal kelimeleri silineli çok uzun yıllar olmuş. Yine de bir yerlerde, kimsenin uğramadığı sokaklarda değil, insanlarda gizli kalmış hikâyeler olduğuna inananlardanım ben. Öyle olmasaydım hayat devam etmezdi bu kadar. Mutlu ya da mutsuz bir sonla bitiverirdi her şey.

            Şehrin tüm ıslak caddeleri bir yerlerde denize dökülüyor mutlaka. Sokaklardan aldığı yağmurları çok çok uzak denizlere, bir şehrin adının dahi olmadığı yerlere götürüyor hikâye cinleri. Dünyanın sınırları da giderek daralıyor yağmurla birlikte. Denizse hiçbir yere dökülmüyor.
         
   Özellikle İstanbul’da!

            Tramvayın sesi geliyor kulaklarıma. Çanlar çaldıkça bir nokta daha siliniyor sokaklardan, hayatlarımızdan… Tramvayın arkasından asılan selpak satan küçük çocuklar nedense bir tek hayata asılamıyorlar, benim gibi! Çok yakında yeni bir başlangıçla birlikte tüm noktalar, hayata asılmaya çalışan tüm bıkkınlar kaybolacak. İnsanlar için “geçmişi hatırlatma kulübeleri” ve yanlarına “hayata tutunma kuleleri” kurulacak her köşe başında.

            Şehrin her caddesini gören o taş kulede tüm caddeleri izliyorum gözlerimi bile kırpmadan. Geçmişte şehirde çıkan yangınların gözetlendiği kuleden baktığımda gördüğüm her şeyden korkuyorum. Her sokakta, her caddede ayrı bir yangın var; İstanbul’un denize dökülen tüm sokakları kül ve duman… Sanki gelecek düzelmiyor, her geçen an biraz daha bozuluyor. Bu kadar eskimiş bir şehrin nasıl olup da bunca eski kalabildiğine, değişime böylesine kapalı olabildiğine şaşırıyorum.

            İçimde iki şehir var zaman zaman birbirine karıştırdığım. Birinde bugünümü, diğerinde geçmişi yaşıyorum ve çoğu zaman o geçmiş her şeyin üzerini bir perde gibi örtüyor. O perdeyi aralamaya çalıştıkça da geçmiş bugüne karışıyor. Ayırmaya çalıştığım bu düğümü daha da içinden çıkılamaz hale getirdiğimi fark ediyorum bazen. En çok bu anlarda kendimden uzaklaşıyorum. Geçmişi çözmeden geleceğe uzanabilir mi insan? Sadece anılarda yaşarken, hatta bu anılar arasında çaresizce debelenirken bugününe ait olayları tarafsızca sahiplenebilir mi? Hiç sanmıyorum.

            İçimde iki ayrı şehir yaşıyor; biri anılarla dopdoluyken, diğerinde bugünün görüntüleri akıyor.  Belki de çözüm bu iki şehri yakmaktan geçiyor.

Vapurların denize çizdiği yollar kısa sürede kayboluyor, ama hep bir yol var denizde; nerede başlayıp nerede bittiğini bir türlü anlayamadığım! Tıpkı geçmişimin üzerimde bıraktığı yollar gibi: Kayıp, ama hep burada! Fakat sanki İstanbul’daki büyü ya da adını koyamadığım o şey kolay kolay kaybolmuyor. Şehrin ortasındaki ağaçlardan süzülüp dağılan rüzgâr, yavaş yavaş hayatlarımızı etkiliyor ve hem geçmiş hem de gelecek biraz daha belirsizleşiyor.

O küçük kızın hayattan kaçma hikâyesi; hayat çok geride! Bu hikâyeyi her hatırlayışımda gözlerim doluyor, geride kalanlara, hatırlayabildiklerime ağlıyorum sadece. Ne bir adım geride ne de ileride yaşamışlığa dair çok az veri kalıyor elimde. Ellerim yanık kokusu… Canım yanıyor. Canım çok fazla yanıyor!

Böylesine soğuduğum bir şehirde beni bu kadar çok çeken şeyin ne olduğuna cevap aramak istemiyorum artık. Hayatla ilgili tüm soruların kaybolduğu bir nokta var, bense o noktaları aştım çoktan. Sislerin gerçekleri engellediği, her şeyin giderek karanlığa gömüldüğü bir noktadayım şimdi. Göremediği şeyler hakkında soru sorabilir mi insan?

            Ben soramaz oldum.

            Her hikâyenin bir başlangıcı var mıdır mutlaka?

            Bir başlangıç varsa benim için, nereden, nasıl başlayacağımı bilemiyorum!

*****

Ve son olarak da çekiliş için rafflecopterımız. Herkese bol şanslar ve bir dahaki partimize kadar kendinize iyi baktığınız kadar kitaplarınıza da iyi bakınız! :D
a Rafflecopter giveaway

Yorum Gönder